Mefâtîhu'l-Ulûm   Makâlât              
  •  

     

    Seyyid Abdulkâdir Geylânî (Kaddesellahu Sırrahu)

    İbn-i Kudâme onu şöyle tavsîf eder:
    O, orta boylu, zayıf bedenli, geniş göğüslü, siyah ve uzun sakallı, kaşları birbirine yakın, bazen hafîf bazen gür sesli, ilimde ve vefâkârlıkta kadri yüce bir velî idi (Tâdifî, t.y.: 6).

    İbn-i Receb, Tabakât’ında der ki:
    Abdulkâdir Geylânî, asrının şeyhi ve en büyük âlimi, âriflerin önderi, şeyhlerin sultânı, tarîkat ehlinin efendisi, dînin ihyâ edicisidir. O'nun zamânında, ehl-i sünnet i’tikâdı nusret buldu. Dîne sonradan bir şeyler ilâve edenler, nefislerine, hevâ ve heveslerine tâbi olanlar eriyip gittiler. Halleri, sözleri, kerâmeti, mânevî keşifleri şöhret buldu. Diğer İslâm beldelerinden Bağdat’a ondan fetvâ almak için geliyorlardı (Tâdifî, t.y.: 7).

    İmâm Nevevî, Bustânü’l-Ârifîn adlı eserinde şöyle der:
    Zamânında ilim başkanlığı ona verilmiş, büyüklerden bir çokları o'nun elinde yetişmiş, Irak’ın ileri gelen velileri o'na intisâb etmiştir. Hâl ve kerâmet sâhiplerinden birçokları onun feyzinden feyzyâb olmuşlardır. Gerek velîler, gerek âlimler, o'nun çok değerli bir velî ve âlim olduğu konusunda söz birliği etmişlerdir. İhtilâflı meselelerde söz o'nun olurdu. Her taraftan âlimler ve halk toplulukları ziyâretine gelirlerdi. Gâyet güzel görünüşlü, şahsiyet sâhibi, tevâzuu bol, dâima güler yüzlü, ilmi ve aklı yüce bir zattı. Ma’rifet ilminde onun pek nefîs ve tesirli sözleri olmuştur. Eli açık olup gayet cömert idi. Hulâsâ, zamanında o'nun gibisine tesâdüf etmek çok zordu (Tâdifî, t.y.: 8).

    İbn-i Kesîr, Târih’inde şöyle der:
    Sünneti ve dîni ihyâ eden Şeyh Ebû Sâlih'in oğlu, Ebû Muhammed Abdulkâdir el-Cîlî, Bağdat’a geldi ve hadîs tahsîl etti. Hadîs ilminde yüceldi. Hattâ, hadîs, fıkıh, va’z ve hakîkat ilimlerinde yed-i tûlâ sâhibi oldu. O'nun yolu mükemmeldi. İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak dışında susmayı tercih ederdi. O, halîfelere, vezirlere, sultânlara, kâdılara, seçkin kişilere, halk tabakasından olanlara, dinleyicilerin huzurunda, minberlerde ve mahfillerde açıkça iyiliği emreder, kötülüğü yasaklardı. Zulme Allah rızası için karşı çıkar, kınanmaktan çekinmezdi. O'nun zühdü çoktu. Hârikulâde halleri ve keşifleri vardı. Özetle büyük zâtların önde gelenlerinden idi. Allahu Teâlâ sırrını mukaddes kılsın ve kabrini nurlandırsın (Tâdifî, t.y.: 137).

    En-Neccâr, Târih’inde der ki:
    Ceylânlı zâhid Ebû Sâlih bin Cengâdost’un oğlu İmam Abdulkâdir, açık kerâmetler sâhibidir. O, 488 yılında 18 yaşında Bağdat’a geldi. Fıkıh tahsîl etti. Usûl ve fürû kitaplarını iyice öğrendi. Hadîs dinledi (Tâdifî, t.y.: 7).

    El-Hâfız Ebû Abdullah, Meşîhatü’l-Bağdâdiyye adlı eserinde der ki:
    O, Bağdat’ta Hanbelî ve Şâfilerin fıkıh imamı idi. Büyük bir din âlimi idi. Fukaha nezdinde sözü geçerdi. İlim, ibâdet ve ictihâd âşığı bir zattı (Tâdifî, t.y.: 7).

    İbn-i Kudâme der ki:
    561 yılında Bağdat’a girdiğimiz zaman, Abdülkadir’i ilmin zirvesine yükselmiş olarak gördük. O, bildiğini tatbik ediyor, sorulan çetin soruları doyurucu tarzda cevaplıyordu. Ne kadar güzel huy ve vasıflar varsa sanki onda toplanmıştı. O'ndan sonra o'nun gibisine hiç rastlamadım (Tâdifî, t.y.: 6).

    Şeyh Muvaffak der ki:
    Ben ve Hâfiz Abdulganî, Şeyhulislâm Abdulkâdir’in elinden hırkayı aynı anda giydik. O'ndan fıkıh okuduk, hadîs dinledik. Sohbetinden son derece yararlandık (Tâdifî, t.y.: 6).

    Hâfız Zeynuddîn, Tabakât’ında der ki:
    Abdulkâdir Geylânî asrının velîsi, âriflerin pîri, meşâyıhın sultânı, ehl-i tarîkın seyyîdidir. Herkes tarafından hüsn-i kabûl görmüştür. Sözleri, kerâmet ve keşifleri kısa zamanda her tarafa yayılmıştır (Tâdifî, t.y.: 7).

    İbni Cerîr, o'nun Bağdat'a gelişini şöyle anlatır:
    Ey gelip de bizlere saadet ve mutluluklar bahşeden, göklerin rahmet bulutları ile kaplanmasına sebep olan, hidâyet meşalesi yakıp da her tarafı aydınlatan, Irak’ın kalbini dirilten muhterem zat! Şüphe yok ki, ayak basışınla, bulutlar yağmur boşaltmış, ölü yerleri yeşertmiştir. Taşlar birer inci ve dalgalar bal olmuştur. Irak’ın göğsünden tazelikler fışkırmış, Necd’in kalbinde ziyâlar görünmüştür. Nûrundan, doğuda şimşekler çakar, batıda celâdet yıldırımları her tarafı kasıp kavurur (Tâdifî, t.y.: 4).
     

    Nâbî’nin o’na yazdığı kasîde, dîvân edebiyâtının güzîde şiirlerindendir:

    Ser-i bâmında sipihrin çalunur nevbet-i Şeyh
    Çerha küncîde değil dâire-i devlet-i Şeyh
    Fahrdır gerdenine cümle-i ehlullahın
    Kadem-i meymenet-i enduhde-i izzet-i Şeyh
    Şeyh İbnü’l-Arabî yazdı Fütûhâtında
    Mushaf içre ve hüvel kâhir imiş âyet-i Şeyh
    Nâmını eylediler tesmiye Abdülkâdir
    Eyledi zîr-i tasarruf, feleği Hazret-i Şeyh
    Hâl-i mevtinde dahî hâl-i hayatında gibi
    İder imdâd-ı tasarruf eser-i himmet-i Şeyh
    İstiâne idicek lâbud irer imdâde
    Kümmelîn içre budur şöhret-i hâsıyyet-i Şeyh
    Cem-i kutbiyyet ü ferdiyyet ü gavsiyyet ile
    Si sütûn üzre durup bârgeh-i rif‘at-i Şeyh
    Yâd-ı ismiyle bulur mû-yi beden taze hayât
    Benzemez âhara şan u şeref u şevket-i Şeyh
    Dünyevî uhrevî âmalin olur cümle tamam
    Nâbiyâ yek nazâr eylerse eğer Hazret-i Şeyh (Nâbî, 1392: 21).

    Şeyh’in mânevi tasarrufunun sırası geldiğinin haberi, semâların üzerinden verilmekte. O Zât’ın devletinin dâiresi, semâlara sığdırılamaz. O’nun yücelik tasarrufunun kutlu ayağı, Allah dostlarının cümlesinin boynunda bir övünç kaynağıdır. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye adlı eserinde, Mushâf-ı Şerîf içindeki ve hüve’l-kâhiru âyet-i celîlesinin mânasında, o'na bir işâret bulunduğunu yazdı. O’nu Abdülkâdir diye isimlendirdiler. O, feleği tasarrufu altına aldı. Öldükten sonra da hayatında olduğu gibi, o'nun himmetinin eseri, tasarruf ederek imdâda yetişir. Yardım istenirse muhakkak imdâda yetişir. Kâmillerin içinde, Şeyh’in özelliği budur. Kutbiyyet, gavsiyyet ve ferdiyet makamlarının üçünün de kendisinde cem olmasıyla, o'nun yücelik otağı üç sütûn üzerinde durmaktadır. O’nun hatırlanması ile bedendeki tüyler bile tâze hayat bulur. O'nun şevketi, şerefi, şanı başkasına benzemez. Ey Nâbi! Hazret-i Şeyh eğer bir nazâr eylerse, dünyâya ve âhirete ait işlerinin hepsi tamam olur.

    Tâdifî, M. (t.s). Kalâidu’l-Cevâhir. Mısr: Matba’atü Abdu’l-Hamîd

    Nabî, Y. (1392). Dîvân-ı Nâbî, İstanbul: Şeyh Yahyâ Efendi Matbâası